Faroe Adalarında Bir Hafta

2022 yılında 29 Temmuz – 8 Ağustos tarihleri arasında Faroe Adalarını ziyaret etmiş ve ardından burada yazmak istemiştim. Son 3 senedir yazamadığım yazıyı nihayet yazıyorum 🙂

Faroe Adalarını bilmeyenler için temel bilgiler Vikipedi‘de var, o yüzden tekrar etmeyeceğim.

Kuzey Atlantik okyanusunun ortasındaki bu takımadalar, dramatik yeryüzü şekilleri, sakinliği ve Nordik kültürü ile dikkat çekiyor. Uçakla havaalanına yaklaşırken muhteşem manzaralar karşılıyor insanı. Ünlü okyanus üzerinde yüzen göl Sørvágsvatn (floating lake above the ocean) da görünenler arasında. Göle bu ismin verilmesinin sebebi, gölün okyanusa çok yakın bir yerde, sarp kayalıkların üzerinde olması. Gölün suyu bir falezden okyanusa dökülüyor ve doğru açıdan bakıldığında göl okyanusun üzerinde havada kalmış gibi görünüyor.

Başkent Tórshavn’da güneşli bir gün.

Benim orada olduğum süre içinde Faroe adalarında hava genellikle 10 derece ve zaman zaman yağmurlu idi. Okyanus akıntılarından dolayı hava sıcaklığı beklediğimden stabildi. Adaya düzenli olarak yağmur yağıyor, ancak adaların kayalık yapısı ve toprak örtüsünün yeterli olmamasından dolayı sular akıp gidiyor. Böylece çukurluk alanlarda göller oluşmuş, sarp yamaçlardan şelaleler akıyor, her yerde su ve nem var. Fazla derinliği olmayan toprakta bir kaç istisna dışında ağaç yetişmiyor ama bol bol ot var. Adalarda yırtıcı hayvan da olmadığından koyunlar için ideal bir yer. Yolda arabayla giderken yolun ortasına oturmuş koyunlar görmek hiç de az rastlanan bir manzara değil adalarda. Adanın kültürünü oluşturan öğelerin arasında koyun ve yün de var doğal olarak. Diğer önemli öğelerden ikisi ise balıkçılık ve günümüzde dünyada çok tepki çeken balina avcılığı.

Okyanus kenarındaki falezler, tepelerin arasındaki vadilerdeki göller, göz alabildiğine uzanan otluk arazi ile ıssızlık ve dinginlik hissi bir arada.

Faroe Adaları’na sırt çantam ve çadırımla seyahat ettim. Adalarda kaldığım 1 haftanın 3-4 günü de araç kiralayarak dolaştım. Adalarda belirlenen kamping alanları haricinde çadır kurmak yasak. Bu sayede ben de otelde kalarak gezmeye göre daha fazla insanla tanışmış oldum. Bunların arasında hem yerel insanlar, hem adalara göçmen olarak gelip yaşayanlar, hem de ziyaretçiler vardı. Adaların bir kısmı birbirine karayolu ile bağlı olduğundan araçla seyahat etmek pratik oluyor. Ancak çoğu adanın karayolu bağlantısı yok, hatta bazı adalarda yol da yok. Karayolunun olmadığı yerlerde adalar arası ulaşım feribot, tekne ve helikopter ile sağlanıyor. Şehre inmek için helikoptere binen halk için ücretler devlet tarafından büyük ölçüde süspanse ediliyor, böylece ödenecek ücret oldukça düşük oluyor. Turistlere de bu şekilde bir kez binme hakkı veriyorlar. Karayolu ile bağlı olan adaların bazıları deniz altı tünelleri ile bağlı. Ben oradayken yeni açılmış olan dünyanın su altındaki ilk döner kavşağı ile gurur duyuyorlardı.

Faroe adalarına yeşil ve mavi tonları hakim. Derin, vahşi ve berrak denizdeki mavinin tonlarını unutmam mümkün değil. Çektiğim fotoğraflara da kısmen yansımış bu renkler. Ada halkı mavi, yeşil ve gri tonlarından sıkılmış olacak ki evleri, binaları rengarenk boyamışlar. Hem dış duvarlar, hem de çatılarda canlı renkler görmek mümkün. Kırmızı, sarı, hatta siyah! Adalarda doğal olarak ağaç yetişmemesine rağmen özellikle eski binalar ahşaptan yapılmış.

Faroe adalarında turistlere yönelik pek çok aktivite de sunuyorlar. Benim gittiğim dönemde adalarda pek çok turist vardı. Başkent Tórshavn’da tüm oteller dolu olduğu gibi kamping alanında bile ufacık çadırıma zor yer buldum. Ama başkent dışındaki yerler daha tenhaydı. Faroe adalarında en ilgi çeken şeylerden birisi “puffin” (bayağı deniz papağanı) kuşları. Bu kuşları Kanada, İzlanda ve Norveç gibi başka yerlerde de görmek mümkün.

Okyanusun üstünde yüzen gölün denizle buluşma noktası.

Tórshavn’ın kalabalık olması bir tesadüf değil tabii. 14.000 nüfuslu şehirde gezilip görülecek yerler var. Alışveriş imkanları, lokantaları, barları ile “moden” turistlere daha uygun bir yer. Burada benim gezmekten çok zevk aldığım yerlerden birisi ulusal galeri oldu. Galeride Faroe adalarındaki sanatı ve sanatçıları tanımak mümkün. Hatta web sitelerinde galerideki eserlerden bazılarını paylaşmışlar. Adalardan çıkan eserlerde de okyanusun etkisi ağır basıyor.

Faroe adaları doğayı, sakinliği, serinliği, mavi ve yeşili (bazen de griyi) sevenler için güzel bir yer.

Faroe adalarında kaldığım bir hafta boyunca belli başlı adaları ve Tórshavn’ı gezme fırsatım oldu. Adalarda uzun doğa yürüyüşlerine çıkmak, farklı aktivitelere katılmak mümkün ama benim zamanım olmadı. Faroe adalarına olan gezimi okyanusun üstündeki gölde kano yaparak ve ilk kez covid olarak tamamladım.

Steinbeck’ten Bir Mektup

John Steinbeck’in 1958 yılında oğluna yazdığı bu mektubu yıllar önce, o zamanlar adı “Brainpickings” olan, şimdi ise “The Marginalian” olan sitede okumuş ve etkilenmiştim. Steinbeck’in akıcı anlatımı, aşık olduğunu ailesine bildiren ve sevgilisini onlarla tanıştırmak isteyen oğluna olan bu kişisel mektubunda da kendini göstermiş. Zamanının ötesine taşan bilgeliği, alçak gönüllü ve içten üslubu ile bileşip bir solukta okunan ama insanda (en azından bende) iz bırakan bir metne dönüşmüş. Bu mektubu o ilk okuduğum günden sonra arada dönüp tekrar tekrar okudum. Satır aralarını, detaylarını, kelime seçimini… Sonra bir gün, kendimi bu mektubun Türkçesini düşünürken buldum. Hazır çevirmişken burada da paylaşmak istedim. Yazının orijinali şurada: https://www.themarginalian.org/2012/01/12/john-steinbeck-on-love-1958/
Çevirdiğim metin ise şöyle:

New York
10 Kasım 1958

Sevgili Thom:

Mektubunu bu sabah aldık. Mekbunuba ben kendi açımdan yanıt vereceğim, ve tabii ki Elaine de kendi açısından.

Öncelikle, eğer aşık olduysan bu iyi bir sey, bu birisine olabilecek en güzel şey. Kimsenin bunu senin icin küçük veya hafif hale getirmesine izin verme.

İkincisi, birden fazla çeşit aşk vardır. İlki bencil, alçakça, açgözlü, egoist bir şeydir ve aşkı kendi önemi icin kullanır. Bu çirkin ve kusurlu çeşittir. Diğeri ise içindeki her iyi şeyi, kibarlığı nezaketi ve saygıyı dışa vuran çeşittir. Sadece davranışlarda ortaya çıkan sosyal saygı değil, karşındaki insanın tek ve değerli olduğunu hissettiren, büyük anlamdaki saygı. İlk çeşit aşk seni hasta ve küçük ve zayıf yapabilir, ama ikinci çeşit içindeki gücü, cesareti, iyiliği ve hatta sahip olduğunu bilmediğin bilgeliği açığa çıkarır.

Diyorsun ki bu gelip geçici bir heves değil. Eğer bu kadar derinden hissediyorsan tabii ki değildir.

Ama bana ne hissettiğini sorduğunu sanmıyorum. Sen ne hissettiğini herkesten daha iyi biliyorsun. Benden istediğin yardım bununla ne yapacağın, ve bunu yanıtlayabilirim.

Bununla gurur duymanın yanında, bunun için mutlu ve minnettar ol.

Aşkın nesnesi en iyi ve en güzeldir. Yaşamaya çalış.

Eğer birisini seviyorsan bunu söylemekte hiç bir sakınca yoktur. Sadece unutma ki bazı insanlar oldukca utangaçtır ve söylerken bunu hesaba katmalısın.

Kızlar ne hissettiğini bir şekilde bilirler ya da hissederler, ama genellikle bunu duymaktan da hoşlanırlar.

Bazen şu ya da bu sepebten hislerine karşılık bulamazsın ama bu senin hislerini daha az değerli ve daha az iyi yapmaz.

Son olarak, ne hissettiğini biliyorum çünkü ben de aynısını hissediyorum. Senin de bunu hissettiğine memnunum.

Susan’la tanıştığımıza memnun olacağız. Onu büyük memnuniyetle karşılayacağız.

Ama onu karşılamak için bütün hazırlıkları Elaine yapacak çünkü bu onun alanı ve bunu yapmaktan memnuniyet duyacak. O da aşkı biliyor ve belki sana benim olduğumdan daha çok yardımcı olabilir.

Ve kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa olur, önemli olan acele etmemek. İyi olan hiçbir şey kaybolmaz.

Sevgiler,

Baban

Sinemaya Dönüş

Sinemaya olan merakım bu blogtaki bazı eski girdilerden (Şurada ve burada) de anlaşılabilir. Benzer şekilde 2018’de Torino’yu ziyaretim sırasında şehirde hafızama en çok kazınan şeylerden birisi de sinema müzesiydi.

Sebebi bilinmez, bir süredir sevdiğim sinemadan uzak kalmıştım. Kasım 2023’te döngüyü kırarak Mubi üyeliği edindim. O günden beri epey sıkça kendi kendime ne iyi yaptığımı hatırlatıp duruyorum. Yaklaşık 1,5 yıllık üyeliğim boyunca bu platform üzerinde kısalı uzunlu 112 film izlemişim!

İzlediklerim arasında uzun zamandır isteyip de izleyemediğim (bildiğim) klasiklerin (Tarkovsky, Haneke, Jarmush, Kiarostami, Truffaut gibi yönetmenler) yanında, benim için yeni keşifler olan Agnes Varda, Radu Jude, Wong Kar Wai, Kantemir Balagov, Nadine Labaki, Krzysztof Zanussi ve William Friedkin gibi yönetmenler var. Bu arada ünlü Türk yönetmen Metin Erksan’ı da yeniden keşfettim diyebilirim. Bazı filmler ise aklımdan silinmemek üzere yerlerini aldılar. Bir kaçını burada sıralamak istiyorum:

The Structure of Crystal, Krzysztof Zanussi
Üzerinde uzun uzun felsefi tartışmalar yapılabilecek güzel bir film. Zanussi’ye dikkatimi çeken ilk film ve tekrar izlemem gerektiğini düşünüyorum.

Bug, William Friedkin
Tek bir mekanda çekilen film tam bir psikolojik sinema örneği. Film insanın aklını kaybetmesinin aslında ne kadar kolay olabileceğini düşündürdü.

Beanpole, Kantemir Balagov
Tablo gibi bir film. Renkler ve desenler, çarpıcı hikaye ile birleşince görsel olarak çok tatmin edici ama oldukça dramatik bir film ortaya çıkmış.

No Dogs or Italians Allowed, Alain Ughetto
Hem eğlenceli hem hüzünlü güzel bir stop-motion anime. Yönetmenin figürlerle etkileşimi çok hoşuma gitmişti.

Taste of Cherry, Abbas Kiarostami
İran sinemasının en güzel örneklerinden. Üzerinde düşünülesi bir film.

The Juniper Tree, Nietzchka Keene
Siyah beyaz çekilmiş İzlanda mitolojisinden bir hikaye. Ünlü şarkıcı Björk’ü böyle bir hikayede oyuncu olarak izlemek oldukça ilginçti.

The Handmaiden, Park Chan-wook
Ünlü Oldboy filminin yönetmeninden bir diğer başyapıt. Oldboy’dan da alışık olduğumuz tarzda çarpıcı bir sona sahip.

Liste uzar gider ama 112 filmin yarısını not etmeye kalksam bile epey uzun sürecek. Mubi’nin yanısıra Norveç halk kütüphanesinin ‘streaming’ servisini kullanarak, hiçbir ücret ödemeden ayda 8 film izleyebiliyorum. Orada da çok güzel filmler var. Bazı filmler ise kendi yazısının yazılmasını hakediyor.

Norveç Marketlerinde: Un

Birkaç sene önce bir arkadaşım tatile çıkarken ekşi maya kültürünü beslemem için bana emanet etmişti. Bu sayede başlamıştı benim de ekşi maya, ve dolayısıyla ekmek ve un deneyimim. Ekmek ve hamur işleri konusunda çok az deneyimim olduğundan, ekşi maya ile verimli olarak çalışmaya başlamam biraz zaman aldı. Bu arada internet üzerinde çeşitli grupları takip etmeye, farklı sitelerden okumaya devam ettim/ediyorum. Geçenlerde takip ettiğim gruplardan birisindeki un tartışması sonrasında Türkiye’deki ve Norveç’teki unların (en azından sıradan marketlerde bulunan unların) epey farklı olduklarını farkettim. Daha önce hiç bu gözle bakmamıştım.

Norveç az nüfuslu bir ülke olduğundan marketlerdeki ürün çeşitliliği pek fazla değil aslında. Mesela Türkiye’deki gibi onlarca farklı marka süt ürünü, makarna vs. yok. Her ne kadar son yıllarda bu konuda iyileşme olsa da hala marka ve ürün sınırlı. Örneğin tereyağı almak istiyorsanız sıradan bir markette sadece tek bir marka bulmanız normaldir. Söz konusu un olduğunda marka sayısı 2 ya da 3’ü geçmeyecektir ama her markanın sunduğu un çeşitliliği hiç fena değil.

Un çeşitliliği söz konusu olduğunda unu elde etmek için kullanılan tahıl çeşidi haricinde, unun ne kadar ince çekildiği, elenip elenmediği gibi şeyler de söz konusu. Her köşe başındaki markette olmasa da Türkiye’de de farklı tahıllardan (yulaf, arpa vs.) elde edilmiş unları bulmak mümkün elbette. Son zamanlarda farklı buğday cinslerinin (karakılçık vs.) unları da marketlerde yer almaya başladı. Ama farklı inceliklerde çekilmiş un bildiğim kadarıyla hala yok.

Norveç’te sıradan bir marketteki un reyonu.

Peki Norveç’te sıradan bir markette hangi unları buabilirsiniz? Birkaç örnek vermek gerekirse: Elenmiş beyaz buğday unu, tam buğday unu (kalın, ince ve ekstra ince çekilmiş), spelt (kavuzlu buğday) unu (elenmiş ve tam tahıl), çavdar unu (elenmiş, ince ve kalın çekilmiş tam tahıl), yulaf unu (ince çekilmiş tam tahıl), arpa unu. Bunlar haricinde çeşitli un karışımları, soya proteini ile zenginleştirilmiş un, farklı cins buğdaylar (emmer (kavlıca buğdayı), bahar buğdayı (vårhvete – soğuk iklime dayanıklı bir cins) vs.), kepek, buğday ruşeymi gibi ürünleri bulmak da mümkün. Ekmek yapımında bütün bu un çeşitlerini denemek, farklı karışımlar yapmak hem oldukça ilginç hem de oldukça zorlayıcı.

Genetik Çeşitliliği Korumak

Farklı cins bitkiler, yerel tohumlar ve canlıların çeşitliliği eskiden beri ilgimi çeker. Yıllar önce, bir pazar yerinde görüp aldığım fasülyeler üzerine bir yazı yazmıştım:

Türkiye’de çiftçilerin kendi tohumlarını alıp satmaları yasaklandığından beri tohum takas şenlikleri, yerel tohumları koruma dernekleri gibi belediyelerin de destek verdiği bazı girişimler (örneğin Can Yücel Tohum Merkezi) çoğaldı. Gözlemlediğim kadarıyla Türkiye’deki bu girişimlerde bireysel çabanın yeri oldukça fazla. İster bireysel, ister kollektif olsun, yerel genetik çeşitliliğin korunmasına yönelik bu tür çabalar tabii ki sevindirici.

Dünya genelinde yerel tohumların korunması konusunda benzeri pek çok girişim var. Bazı ülkelerde bu tip girişimlere devlet desteği de sağlanıyor.

Birkaç ay önce Nordik ülkelerdeki genetik çeşitliliği (tarım ve hayvancılık alanında) korumayı hedefleyen bir organizasyonu keşfettim: Nordic Genetic Resource Center (NordGen). Merkezi İsveç’te olan bu organizasyon, Svalbard’daki ünlü tohum bankası ile de birlikte çalışıyor. Yaptıkları çalışmalar arasında pek çok farklı şey var. Bunlardan birisi yerel tohumların yaygınlaşmasını sağlamak. Profesyonel çiftçiler yıl boyunca NordGen’den tohum talebinde bulunabiliyorlar. Ayrıca organizasyon, her sene yılda bir kez, Mart ayı boyunca, sanal marketinde hobi yetiştiricilerine yönelik olarak elindeki fazla tohumları satışa çıkarıyor. Bunu öğrenen ben tabii ki hemen birkaç çeşit tohum sipariş etmeden duramadım.

Tohumlar geçtiğimiz hafta elime ulaştı. Tamamen kağıt malzemeler kullanılarak özenle paketlenmiş zarfın içinden bir de tohumların kullanım şartlarının yazdığı bir kağıt çıktı. Tohum paketlerinin ve bu kağıdın fotoğrafını aşağıda görebilirsiniz ama özetlemek gerekirse, bu tohumların çoğaltılmasını ve Nordik ülkeler içinde (satılmadan) paylaşılmasını istiyorlar. Tohumları başarılı bir şekilde yetiştirip tohum alabilecek miyim bilmiyorum ama bence kesinlikle güzel bir amaç 🙂

NordGen’den sipariş ettiğim tohumlar.
Tohum kullanım şartları.

NordGen benzeri bir yapı Türkiye’de de mevcutmuş: Türkiye Tohum Gen Bankası. Yaptığım kısa bir internet araması sonucu, bu bankanın 2010 yılında kurulduğunu okudum (gerçi başka bir haberde bankanın 2018’de açıldığı yazıyordu) ve bir broşür buldum. Ancak maalesef bankanın web sayfasına ya da daha detaylı başka bir bilgiye ulaşamadım.

Ormanın Renkleri

Orman her mevsim ayrı güzel, her mevsim ayrı renklere bürünüyor yeryüzü. Her farklı bölgede farklı yaşanıyor mevsimler, haliyle renkler de değişiyor. Burada Ağustos ayının ikinci yarısında sonbahar gelmeye başlıyor. Tarlalardaki ekinler sararmaya, orman sonbaharın binbir rengine bürünmeye başlıyor. Orman meyveleri, mantarlar, sararıp dökülmeye başlayan yapraklarla tam bir cümbüş yaşanıyor doğada. Ben de yakınlardaki ormana kısa bir yürüyüş yaptım geçen haftasonu. Fotoğraf makinamı yanıma almayı unutuyorum genelde, bu sefer unutmadım 🙂

Adil Tüketim Çemberi

Türkçe’ye adil tüketim çemberi olarak çevrilen REKO-çemberi, Nordik ülkelerde gittikçe yaygınlaşan bir alışveriş modeli. Bu model, yerel üreticilerle (çoğunlukla çiftçiler) tüketicileri buluşturarak, aracısız ve yakın çevreden kısa seyahat ederek gelen yiyeceklerin satılmasını hedefliyor. Ben de bu alışveriş modelini ilk kez 2019 sonbaharında denedim.

Bu modeli ilk duyduğumda harika bir fikir olduğunu düşündüm. Özellikle Norveç’te sıradan marketlerdeki ürün çeşitliliğinin azlığı, sebze ve meyvelerin genellikle güney Avrupa’dan, hatta dünyanın daha da uzak köşelerinden ithal edildiği düşünülürse, yakın çevrede yetişmiş ürünlerin değeri daha da iyi anlaşılabilir. Ancak REKO-çemberi ile ilk deneyimimden önce bu modelin tam olarak nasıl çalıştığına, satıcıların ne kadar güvenli olduklarına dair birkaç soru vardı kafamda.

REKO-çemberi Facebook üzerinden işliyor (REKO çemberinin Norveç’teki genel Facebook bilgi sayfası.) Sanırım modelin en büyük dezavantajı bu, eğer Facebook kullanmıyorsanız çembere dahil olamıyorsunuz. İlk bakışta bunu Facebook üzerinden organize etmenin oldukça kötü bir fikir olduğunu düşünmüştüm. Hala da bu fikre bayıldığım söylenemez. Ancak halihazıda var olan ve hemen herkesin zaten kullandığı bir platformu kullanmanın pratik olduğu açık. Eğer bu çembere dahil olmak için ayrıca üye olmam gereken yeni bir platform olsaydı bu da beni pek mutlu etmezdi.

Her yerel REKO-çemberi için ayrı, kapalı bir Facebook grubu oluşturuluyor. Mesela REKO-Kadıköy, REKO-Beşevler, REKO-Karşıyaka gibi. Tabii talebe göre daha küçük veya daha büyük bir alana hitap etmek mümkün. Her grubun belirli bir toplanma yeri ve zamanı oluyor. Örneğin; her iki haftada bir X mağazasının otoparkında saat 17.00 – 19.00 arasında. Üreticiler bu Facebook gruplarında kendileri (veya çiftlikleri ya da üretim tesisleri) hakkında bilgileri, ürünlerini ve ürünlerinin fiyatlarını paylaşıyorlar. Bu paylaşımlarda üretim aşamalarının ya da ürünlerinin fotoğrafları da oluyor genellikle. Tüketiciler ise her bir üreticinin paylaşımının altına yorum olarak siparişlerini yazıyorlar. Toplanma yeri ve zamanında ise üreticilerle tüketiciler buluşuyor, siparişler teslim ediliyor ve ödemeler yapılıyor. Bu sayede satın aldığınız yiyeceği üreten kişilerle doğrudan tanışma şansınız oluyor. Yiyecekler taze ve ucuz oluyor.

Bu aslında bir nevi önceden organize edilmiş pazar yeri 🙂 Normal pazar yerine göre hem tüketici hem de üretici açısından bazı avantajları var.

Tüketiciler açısından avantajlar:

  • Üreticiler hakkında önceden bilgi edinme şansınız oluyor.
  • Hangi üründen ne kadar sipariş edeceğinizi hesaplayıp bütçe planlaması yapabiliyorsunuz
  • Pazardaki gibi saatlerce tezgah tezgah gezmenize gerek kalmıyor. Doğrudan üreticiye gidip ürününüzü teslim alıyorsunuz.
  • Aldığınız ürün hakkında sonradan geribildirim verebiliyorsunuz ya da sorular sorabiliyorsunuz.
  • Facebook yorumları üreticiler için önem kazanıyor ve tüketici memnuniyeti ve ürün kalitesi ön plana çıkıyor.
  • Birkaç kez alışveriş yaptıktan sonra üreticileri ve ürünlerini daha iyi tanıyıp karşılıklı güven geliştiriyorsunuz.

Üreticiler açısından avantajlar:

  • Herşey 1-2 saat içinde olup bitiyor ve bütün gün tezgah başında beklemek gerekmiyor.
  • Ne kadar ürün satacağınızı biliyorsunuz, bütün ürünlerinizi nakliye etmenize gerek kalmıyor.
  • Aracısız satış yapıldığından kâr doğrudan üreticinin oluyor.
  • Yakın çevrede satış yapıldığından nakliye masrafları azalıyor.

Elbette bu modelin dezavantajları da var:

  • Daha önce de yazdığım gibi herşey Facebook üzerinden organize ediliyor. Facebook kullanmayan ya da kullanmak istemeyenler çembere dahil olamıyor.
  • Siparişler Facebook yorumu olarak yazıldığından gruba dahil olan herkes sizin ne sipariş ettiğinizi görebiliyor.
  • Buluşma noktasına gidip önceden sipariş etmediğiniz birşeyi satın alamıyorsunuz, herşey sipariş sistemine dayalı ve üreticiler listelerle çalışıyorlar.
  • Model karşılıklı güvene dayalı çalışıyor. Tüketici sipariş ettiği ürünü teslim alacağına, üretici de söz verdiği kalitede ve miktarda ürünü teslim edeceğine söz vermiş oluyor.

Bu model Türkiye’de ne kadar verimli çalışır söylemek zor ama okuduğum kadarıyla İtalya’da ve bazı diğer Avrupa ülkelerinde de kullanmaya başlanmış. Denemekten zarar gelmez muhtemelen 🙂

AcademIc Search EngInes

(Mostly for computer science)

Today most of the academic search is done on Google Scholar. At least that’s what I do and also hear from colleagues that they do. However, using only one academic search engine may narrow down our search results. I decided to build this list after a coffee break with colleagues where we have discussed the strange search behavior of Google Scholar that we sometimes encounter. As you can see at the very bottom of the page, I have used a Wikipedia article to find out some of these search engines. The list on Wikipedia is longer and more extensive. Here in my list, I include only the ones that I found useful to discover new research papers.

As a small experiment, I ran the same search keywords in all of these search engines, and I was surprised to see how different the results were. Some of these engines have really extensive filtering properties. Some of them index only the open access research papers, or maybe fewer publishers. I haven’t run a qualitative study, so I can’t say which one is better. However, I think the more search engines we use in our research the better it is.

If you know other useful search engines please let me know, I’m happy to extend this list.

Scinapse
https://scinapse.io/

Semantic Scholar
https://www.semanticscholar.org

The Lens
https://www.lens.org/

CORE
https://core.ac.uk

Scopus by Elsevier
https://www.scopus.com

Microsoft Academic
https://academic.microsoft.com/

Web of Science
https://apps.webofknowledge.com/

Google Scholar
https://scholar.google.com

World Wide Science
https://worldwidescience.org

Arxiv
https://arxiv.org

DBLP
https://dblp.org/

Main source: https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_academic_databases_and_search_engines

Pembe Helsinki

2018’in sonuna yaklaşırken, Kasım ayında, Helsinki’ye araştırma faaliyetleri sebebiyle bir haftalığına gitme şansım oldu. Bu Helsinki’ye ikinci kez gidişimdi. İlki 2013 yılının yazındaydı ancak sadece 1-2 gün kalmıştım ve etrafı çok fazla görme şansım olmamıştı. Kasım ayı Helsinki’yi gezmek için pek uygun bir zaman olmasa da iş sebebiyle orada olduğumdan seçme şansım olmadı. Helsinki’nin diğer aylardaki durumunu bilmiyorum ama en azından benin yaşadığım yerde Kasım ayı yılın en zor geçen ayı. Hava soğuk, günler çok kısa olduğundan karanlık ve kar olmadığı için heryer gri.

Karanlık Kasım ayında göl kenarı.

Bu sefer Helsinki’de Aalto Üniversitesi’ne yakın bir yerde kaldım. Hem üniversite kampüsünü ve çevresini görme şansım oldu, hem de birkaç sene önce açılan metroyu denemiş oldum 🙂 Metro, Aalto Üniversitesi’ni ve şehrin batı tarafını şehir merkezine bağladığı için oldukça faydalı olmuş.

Aalto Üniversitesi kütüphanesi.

Helsinki şehir merkezi adım başı alışveriş merkezi ile dolmuş. 2013 yılındaki gezimden aklımda kaldığı kadarıyla o zamanlar bu kadar çok alışveriş merkezi yoktu. Maalesef alışveriş çılgınlığı her yerde.

Göl kenarında yürüyüş yolu.

Helsinki şehir merkezi genel olarak çok da sevimli binaların olmadığı, dışarıdan sıkıcı görünen bir şehir. Biraz şehir dışına doğru çıkınca ormanlar ve göller kaplıyor manzarayı. Benim kaldığım bölgede de çok hoş yürüyüş yolları vardı. Kısmen keşfettiğim bir yürüyüş yolu beni kuş gözlem kulesinin olduğu bir sulak alana götürdü. Maalesef böyle alanlarda çıplak gözle çok fazla şey görmek mümkün değil ama yine de keyifli bir yürüyüştü.

Sulak alan.

Önceki Helsinki ziyaretimden hatırımda kalmayan, hatta belki de o zamanlar dikkatimden kaçan ilginç bir detay oldu bu sefer: Pembe taşlar. Toprak/kum yollar, göl kıyısındaki irili ufaklı taşlar, ufak kumsallar, asfaltın içindeki çakıl taşları, deniz kenarındaki yürüyüş yolundaki taşlar… Hepsi pembe. Özetle, karanlık Kasım ayında, günlerin neredeyse bütün aydınlık zamanını ofiste geçirdiğim bir iş seyahatinden aklımda kalan ‘pembe Helsinki’.

Pembe (ve siyah) taşlar.

Web Page & Blog