100 Yer

Ölmeden önce görmeniz gereken 100 yer, yemeniz gereken 99 yemek, yapmanız gereken 6743823 şey tarzı yazılara hep hoşnutsuzluk ve tepkiyle yaklaşmışımdır. Ancak geçenlerde gördüğüm “Kaybolmadan Önce Hatırlanması Gereken 100 Yer” ifadesi tepkimi çekmek yerine ilgimi çekti. Bir yere gitmek, birşeyler yemek içmek ya da yapmaktan ziyade birşeyleri / biryerleri hatırlamak daha anlamlı geldi.

Dünyanın bazı en iyi fotoğrafçıları tarafından, dünyanın çeşitli bölgelerinde iklim değişimi sebebiyle pek yakında yok olacağı öngörülen yerlere ait 100 tane fotoğraf çekilmiş. Bu yerler de Birleşmiş Milletler’in iklim değişimi raporuna göre seçilmiş. Ve sonuçta hem çeşitli yerlerde sergilenen hem de internet üzerinden izlenebilecek bir proje çıkmış ortaya. Her ne kadar amaç iklim değişimine dikkat çekmek olsa da bence sadece fotoğraflara bakmak için bile ziyaret edilebilecek bir site.

Şeylerin Hikayesi

2008 yılında Ege Üniversitesi’nin çeşitli öğrenci topluluklarının da katkısıyla bir “Sürdürülebilir Yaşam Festivali” düzenlemiştik. Sadece film festivali olsun diyerek yola çıktığımız ama sonunda çok geniş kapsamlı bir festivale dönüşen etkinlik sayesinde sürdürülebilir yaşam hakkında çekilmiş onlarca film izleme imkanımız da oldu. “Şeylerin Hikayesi”, orijinal adıyla “Story of Stuff” da bunlardan bir tanesi. Yaklaşık 20 dakikalık, ABD yapımı bir animasyon.

Videoda son derece basit ve güzel bir şekilde üretim – tüketim döngüsü anlatılmış. Bunu anlatırken doğal kaynakları nasıl yok ettiğimiz, insan sağlığını ve haklarını nasıl hiçe saydığımız, medya tarafından nasıl yönlendirildiğimiz gibi konulara da değinilmiş. ABD yapımı olduğu için örnekler de hep oradan ama dünyanın geri kalanının da çok farklı olduğunu söyleyemeyiz. Belki hepimizin zaman zaman düşündüğü şeyler var videoda. Ya da anlatılanların çoğunun farkındayız belki de. Ama yine de izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. En kötü ihtimalle bir kez daha hatırlamış oluruz.

“Story of Stuff” tüm dünyada büyük ilgiyle karşılanınca farklı konularda daha özelleşmiş videolar da yapıldı. Tüm videolara buradan ulaşmak mümkün. Her ne kadar diğer videoların bulunduğu sitelere Türkiye’den ulaşılamıyor olsa da (farklı illerde ve ülkelerde bulunan arkadaşlarımdan onaylı) filmlerin isimlerini YouTube gibi video sitelerinde arayarak kolayca ulaşmak mümkün. Hem izlemesi keyifli hem de düşündürücü olan bu animasyonlar mutlaka izlenmeli.

Düzlemler Ülkesi

İngiliz yazar Edwin Abbott Abbott‘un 1884 yılında yazdığı “Düzlemler Ülkesi”, orijinal adıyla “Flatland” adlı kitabı birgün kitapçıya girip “neler varmış bir bakayım” dediğim sırada almıştım. Herhangi bir tavsiye üzerine ya da uzun uzun inceleyerek almadım kitabı. O sırada arkasında yazanlar ilginç geldi sadece.

Kitap boyutlar arası bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Kitapta anlatılan herşey, 2 boyutlu bir dünyada yaşayan, 3. boyutun farkında olmayan bir toplumun üyesi olan bir kare tarafından yazılmış. Kitabın yaklaşık yarısı karenin bize 2 boyutlu dünyayı tasviri ile geçiyor. Aristokrasinin hakim olduğu dünyada her geometrik şekil bir sınıfa karşılık geliyor. Şekillerin kenar sayıları arttıkça sınıfları da yükseliyor, daireler ise en yüksek konumdaki yöneticiler, din adamları. Bu dünyanın bireyleri belirli bir geometrik şekle sahip olarak doğuyorlar, şekilleri sonradan değişemiyor. Kadınlar ise düz bir çizgi olarak tasvir edilmiş ve toplumdaki yerleri yok denecek kadar az. 2 boyutlu dünyanın düzenine yönelik çok fazla detay verilmiş kitapta. Tüm bunlar anlatılırken üstü kapalı şekilde yapılan eleştiriler dikkatimi çekti. Elbette yazarın yaşadığı dönem ve yeri de hesaba katmalıyız okurken ama bu eleştirilerin sadece o döneme ait olduğunu söylemek de doğru olmaz.

Kitabın büyük bölümünün 2 boyutlu dünyayı anlatması yanıltmasın, kitapta 0, 1, 3, hatta 4 boyutlu dünyalar da tasvir edilmiş. Tüm bunlar düşünüldüğünde son derece yaratıcı bir çalışma olduğu kesin. Kısa bir kitap olması, anlatım dilinin akıcı olması ve konunun ilginçliği sebebiyle kısa sürede okunacak bir kitap. Okumayanlara tavsiye edilir.

NOT: Kitabın orjinal metnine internetten ulaşmak mümkün. Benim bulduğum iki bağlantı şöyle:

http://www.ibiblio.org/eldritch/eaa/FL.HTM

http://www.geom.uiuc.edu/~banchoff/Flatland

Aki Kaurismäki Üzerine

Yeni şeyler keşfetmek için arada yaptığım gibi yine bir gün Imdb’yi karıştırırken Geçmişi Olmayan Adam (The Man Without a Past) filmini buldum. Merak edip izledim ve Aki Kaurismaki ile tanışmam bu film sayesinde oldu. Aki Kaurismaki Finli bir yönetmen. 80’li yıllardan beri çektiği birçok kısa ve uzun metrajlı filmi bulunmakta. Kendisini uzun uzun anlatmak yerine bağlantı vermek en iyisi: Türkçe / İngilizce
Geçmişi Olmayan Adam filmi benim için gerçekten alışılmışın dışında bir tarzdaydı. Özellikle filmdeki mizah anlayışına alışmam zaman aldı. Daha sonra yönetmenin diğer filmlerini de izlemeye başladım ve sanırım şu an itibariyle izlemediğim çok az filmi kaldı. Özetle kendisi en sevdiğim yönetmenler arasına girdi. Sahnelerde kullandığı minimalist ve sembolik dekorlar, çekim açıları, karakterlerin tavırları, değişik mizah anlaşıyı, kimi filmlerini siyah beyaz ve hatta sessiz olarak çekmesi bana ilginç ve bir o kadar da başarılı gelen yönlerinden. Her ne kadar kendisi, söylendiği gibi iyi değil ortalama filmler yaptığını açıklamış olsa da ben filmlerini gayet başarılı buluyorum. Elbette bu biraz da zevk meselesi.

İlk aklıma gelen filmleri:
The Man Without a Past (Geçmişi Olmayan Adam), Drifting Clouds ve Lights In The Dusk üçlemesi (diğer adıyla Finlandiya üçlemesi ya da “losers trilogy”), en basit haliyle evsizlik, işsizlik ve bir femme-fatale hikayesi olarak özetlenebilir.

Juha, 1999 yılında çekilmiş olmasına rağmen siyah beyaz ve sessiz bir film. Bizim Türk filmlerinde çokça rastladığımız saf köylü kızı ve onu kandırıp kötü yola düşüren kötü şehirli adam hikayesi ancak bu kadar değişik ve güzel anlatılabilirdi.

Crime and Punishment (Suç ve Ceza), 1983 yılından yine siyah-beyaz bir çalışma. Dostoyevski’nin ünlü romanından değişik bir uyarlama.

Bunların dışında Ariel, The Match Factory Girl (Kibritçi Kız) ve Shadows In Paradise önerebileceğim filmlerden.

Sinema Atölyesi – Bölüm 1

Sinema atölyesi 1. gün sonu… Bugün sabah 10’da başladığımız teorik bilgilenme ve senaryo yazım çalışmaları gece 1:30 gibi sonlandı. Kesinlikle dolu dolu bir gün oldu. Sıkıştırılmış programda sinema konusunda herşeyden biraz vardı: Teknik tanımlar, sahneler, planlar, görev dağılımı, kurgu vs. Hatta birkaç kısa film bile izledik. Lale (Kabadayı) hocaya katkıları için ne kadar teşekkür etsek azdır. Normalde başka bir konuda bu kadar yoğun çalışsam kafayı yerdim herhalde ama bir an olsun sıkılmadım. Bu iyi birşey galiba 🙂

Yarın çekim günü. Sabah erkenden çalışmaya başlayacağız. Kalabalık sayılabilecek bir ekibimiz var. Hemen herkesin ilk denemesi olacak. Kamera, ses kayıt ve ışıklandırma konusunda teorik çalışmayla başlayıp sonrasında çekime geçeceğiz. Tabi öncesinde biraz uyumak da gerek…

Bilgiye Ulaşmak

Hızına yetişemediğimiz bilim ve özellikle teknoloji dünyasında gün geçmiyor ki yeni bir bilimsel çalışma yayınlanmasın. Özellikle akademik çalışma yapıyorsanız, çalıştığınız konuyla ilgili kim nerede ne yapmış sürekli araştırmak zorundasınız.

Bir çelit milat olarak kabul edebileceğimiz internet sayesinde bilimsel çalışmalara dair araştırmalar kolaylaştı mı acaba? İnternetten önce, kütüphaneye gidip ciltlerce dergiyi kitabı karıştırmak lazımdı. Tabi aradığınız kaynaklar kütüphanede olmak zorundaydı. Kütüphaneden sorumlu birimlerin görevi kütüphaneyi güncel tutmaktı. Zaman zaman başka kütüphanedeki bir belgeye ihtiyaç olduğunda ona ulaşmak için türlü zorluklar yaşanırdı. İnternetten sonra ise arama motoruna birkaç kelime girmek yeterli hale geldi. Yayınevleri artık her yayının bir de sayısal kopyasını barındırmaya başladılar. Dolayısıyla yayınevlerine internet üzerinden ücretli abonelikler başladı. Kişisel ya da kurumsal aboneliklerin fiyatları farklı, tek bir makale görüntülemek isterseniz onun fiyatı farklı gibi uygulamalar hala devam ediyor. Elbette bundan etkilenen kütüphaneler oldu. Benim bulunduğum üniversitede de hem sayısal hem de basılı yayına ihtiyaç olmadığını düşünmüş olacaklar ki uzunca bir zamandır güncel basılı yayınları kütüphanede bulamıyorum. Sayısal abonelik gerektiren yayınevlerinin sayısı da artmış olmalı ki üniversite onların da hepsine abone olmamış/olamamış.

Güncel bir yayına ulaşmak isteyip buna izinimin olmadığını görünce ve bunu diğer arkadaşlardan da duyunca aklıma bazı sorular geliyor ister istemez. Bu durumda bırakın bilimi geliştirip katkıda bulunmayı, sadece takip edebilmek için bile ciddi miktarda bütçeye ihtiyacınız var. Bulunduğunuz ülkenin ve sizin ekonomik durumunuzdan üniversite yönetiminin bakış açısına kadar pek çok etken söz konusu bilimsel araştırmada. Aradığımız yayına internet sayesinde oldukça kolay ulaşabiliyorsunuz, eğer paranız varsa. Oysa bilimsel yayın üretirken amaç sadece katkıdır, değilse bile bence böyle olmalıdır. Bilgiyi/düşünceyi üretmek bedava (Karın tokluğuna ya da kariyer yolunda bir basamak uğruna mı desek?), tüketmek ise herkesin harcı değil. Bir terslik var gibi…

Tabi bu konuya diğer açıdan da bakılabilir. Yayınevleri bilimsel seçicilik konusunda hassas davranacaklardır, bu hizmet karşılığında para almaları normaldir. Bize o yayını sayısal olarak ulaştırabilmek için (basılı yayına göre daha az da olsa) çeşitli masrafları olacaktır. Sayısal dünyaya geçişte yayınevleri hem ayakta kalabilmeli, hem de daha fazla kar edebilmelidir. İnternet var diye herşeyin daha eşit ve özgür olacağını kim söyledi ki?

Neyseki bu konular benden önce birilerinin daha aklına gelmiş. İnternette açık erişim yayıncılıkla (open access publishing) ilgili Türkçe olmasa bile en azından İngilizce olarak çok fazla sayıda kaynak var ve artıyor. Araştırmaya başlamak için her zamanki gibi Wikipedia 🙂

Akademik Bilişim 2011 Notları

Her sene farklı bir ilde düzenlenen Akademik Bilişim Konferansları geçtiğimiz günlerde (2-4 Şubat 2011) Malatya İnönü Üniversitesi’nde düzenlendi. Konferansa gidip gelmek için uygun günlerde uçak bileti bulamadığımızdan çevre illerden aktarmalı olarak gidip geldik. Bu sayede gidişte Diyarbakır, dönüşte ise Elazığ’ı gördük.

Konferansın öncesi, sonrası ve kendisi hakkında değinmek istediğim noktalar şöyle:

– Doğu illerinde hava İzmir’e göre 1 saat daha erken karardığı için özellikle kış aylarında gezmek için pek vakit kalmıyor. İllerin yine İzmir’e göre daha durgun olan sosyal hayatı düşünüldüğünde, hayatın en geç saat 10’da sona ermesi, bazı otobüs, dolmuş hizmetlerinin de 5’te ya da 7’de sonra ermesi çok mantıksız değil.

– Özel aracınız varsa bölgede gezmek çok daha hızlı ve keyifli olacaktır. Şehir içi ulaşım sorun olmuyor ancak yakın çevrede gezilip görülmesi gereken yerlere toplu taşımayla gitmek ya mümkün değil ya da çok zaman alıyor. Oralara kadar gitmişken çok yakında olduğunuz ama ulaşamadığınız yerleri görememek üzüyor insanı.

– Bir şehrin her yeri aynı olmaz elbette ama gördüğüm kadarıyla Diyarbakır yapılaşma biçimi nedeniyle biraz boğucu bir şehir. Şehirdeki tarihi yerlerin neredeyse tümüDiyarbakır surlarınü yürüyerek gezmek mümkün. Surların içinde kalan tarihi alan kesinlikle görülmeli. Yemek için de güzel alternatifler var. Et sevmeyenler için doğu illerinin uygun olmadığını belirtmeye gerek yok herhalde.

– Diyarbakır’dan kolay ulaşılabilecek yerlerin başında Mardin geliyor. Midyat ve Hasankeyf’e ulaşmak da mümkün. Diyarbakır – Elazığ yolu üzerindeki Hazar Gölü kıyısındaki yazlık tesislerde birkaç gün geçirmek isteğimi ise bir başka bahara erteliyorum.

– Malatya İnönü Üniversitesi konferans için oldukça iyi hazırlanmış. Organizasyonda neredeyse hiçbir aksaklık çıkmadan yüzlerce kişiyi gayet güzel ağırladılar. Üniversite kampüsünün tamamını gezemedim ama gördüğüm kadarıyla gayet güzel bir yer.

– Konferansta tam 8 salonda birden eş zamanlı sunumlar gerçekleştirildi. Bilişimle ilgili aklınıza gelebilecek pek çok konu konferans kapsamındaydı. Özellikle disiplinler arası çalışmalara yer verilmesi açısından konferansın daha faydalı olduğunu düşünüyorum.

– Her Akademik Bilişim’de olduğu gibi bu sene de özgür yazılım ve Linux ile ilgili seminerler konferans boyunca devam etti.

– Eski arkadaşlar ve yeni dostluklar konferansın en keyifli kısmıydı 🙂

– Konferansın devam ettiği günler boyunca Malatya’yı gezmek mümkün olmadı. Ancak konferans sonrasında bunun acısını çıkarttık denebilir. Malatya’ya dair en önemli şey tabi ki kayısı. Belediye otobüslerinin bile turuncu renkli olduğu şehirde bilenlerin de söylediği gibi yazın heryerin yemyeşil olduğunu tahmin etmek güç değil. Hele baharda çiçek açan kayısı ağaçlarının manzarasını tahmin edemiyorum.

Malatya'da bir bakırcı
– Bir yanda yeni açılan lüks alışveriş merkezi Malatya Park, diğer yanda bakır, demir işçileri, küçük kalaycı dükkkanları, ayakkabı tamircileri… Malatya’da, artık buralarda hiç göremediğimiz ve benim zaman zaman özlem duyduğum eskiden kalma yaşam biçimi ve belki de bir özenmişlikle sayıları hızla artan “modern” yaşam biçimini yan yana görmek mümkün. Yemeklere gelince; kağıt kebabı, tava yemekleri, kavurma ilk aklıma gelenler. Her türlü ürününü bulabileceğiniz kayısıyı hiç saymıyorum.

– Nemrut Dağı, Malatya’dan ulaşılabilecek önemli yerlerden. Zaman azlığı ve mevsim koşulları sebebiyle gerçekleştiremediğim bu hayalimi de bir başka bahara erteledim.

– İzmir’e dönüş öncesi son durağımız Elazığ. Hem zaman azlığından, hem de araç yokluğundan görebildiğimiz tek yer Harput. Şehir içinde görmeye değecek başka bir yer bulamadık biz. Merkezde adım başı çiğköfteciler dikkat çekiyor. Elazığ’a kadar gitmişken göremediğim, aklımda kalan çok yer oldu: Kayak merkezi, Keban baraj gölü kıyısındaki alabalık lokantaları, şelaleler, mağaralar… Kim bilir, belki bir dahaki sefere…

Harput - Ulucami
NOT: Daha fazla fotoğraf için buraya bakabilirsiniz.

Doğaya Parasal Değer Biçmek

Takip ettiğim aylık dergilerden birisinde ilginç bir yazıya rastladım. Konu özetle şöyle: Ekosistemdeki tüm canlılara parasal değerler biçip, biyoçeşitliliği korumanın, onu tahrip ederek kazanç sağlamaya çalışmaktan daha kazançlı bir yöntem olduğunu savunan “ekoloji ekonomisi”. Ne ekolojiden, ne de ekonomiden fazla anlamam. O yüzden bu konuda detaylı ve derinlemesine bir yorum yapamayacağım. Ancak okuduğumdan anladığım kadarıyla bana ilginç gelen bu yaklaşımı paylaşacağım.

Bu yaklaşıma göre, doğanın üretip bize sunduğu herşey bir ekonomik değere sahip olmalı. Mesela yeryüzündeki çoğu bitkinin tozlaşmasında çok çok önemli rolü olan bal arılarının dünyadaki yıllık meyve üretimine katkısı aşağı yukarı hsaplanabilir. Ancak yeryüzündeki canlı türleri arasında çok karmaşık bir ilişki olduğundan bu fiyatları hesaplamak oldukça zor bir iş. Hatta bu değer tam olarak hesaplanamaz, belki de paha biçilemez. Ama bir görüşe göre yeryüzündeki doğal afetlerin ya da çevresel felaketlerin, bazı firmaların kar hanelerinde artışlara yol açmasının sebebi doğanın bir fiyatının olmaması. Oysa doğaya bir fiyat biçildiğinde bu firmaların kar değil, çok büyük zarar ettikleri ortaya çıkıyor. Örneğin; bir bölgedeki bozulmamış yağmur ormanlarının ekonomik getirisi, barındırdığı şifalı bitki çeşitleri, turizm gelirleri, yerel halkın yiyecek ve odun ihtiyacını karşılaması gibi sebepler hesaba katıldığında çok yüksekken, bu ormandaki ağaçlar kereste için kesildiğinde gerçek değerinin çok çok altında bir miktara satılmış oluyor.

Sonuç olarak, insanoğlu kendi ürettiği mallara ve sunduğu hizmetlere paha biçmekle yetinmeyip, doğayı da kapitalist sisteme alet etmenin yolunu bulmuş gibi görünüyor. Tek iyi tarafı ise bunu doğayı ve biyoçeşitliliği koruyarak yapıyor olması. Aslında, doğayı sadece maddi çıkarlar için inanılmaz bir hızla tahrip eden firmaları bir an önce durdurmanın yolunun (tek değil ama en hızlı yol) onlara daha fazla para kazanacaklarını söylemekten geçtiği bir gerçek. Bu sebeple, bu yöntemi kesinlikle akıllıca bulduğumu söylemeliyim. Ama yine de doğayı fiyatlandırmak benim içime sinmiyor.

Ekoloji ekonomisi hakkında daha fazla bilgi için: Wikipedia

Bir Üniversite Bunlara Muhtaç mıdır?

Çağımız elektronik haberleşme çağı. Artık hayatımızdaki birçok şeyi elektronik ve otomatik olanlarla değiştirdiğimiz, insan hatasını en aza indirgemeye çalıştığımız, insan gücünden daha farklı şekillerde yararlanmaya çalıştığımız bir çağ bu. Örneğin; artık toplu taşıma araçlarına binerken, araçlarımızla otoyollarda ödeme yaparken, otopark girişlerinde, bankacılık işlemlerinde hep benzer otomatik sistemleri kullanıyoruz. Düşündğümüzde aslında tüm bu sistemler hayatımızı gerçekten kolaylaştırıyor. Söz konusu olan bir üniversite kampüsü olduğunda da benzer sistemlerin işe yarayacağı oldukça açık. Örneğin; personele ve öğrencilere özel alanlara (kütüphane, otopark, sosyal tesisler, yemekhane vb) girişte hem güvenlik açısından, hem de bazı sayısal istatistikler edinip daha iyi hizmet sunabilmek açısından bu tür elektronik sistemler son derece yararlı olabilir. Peki nereden başlamalı?

Benim de mensubu olduğum Ege Üniversitesi bu değişime öğrenci kartlarını değiştirmekle başladı. Her sene öğrenci kartı için başvuranlardan alınan ücret yine aynı şekilde talep edildi. Buraya kadar herşey iyi ve olağan. Ancak öğrenci kartlarını almak için dağıtım noktasına gittiğimde aslında birşeylerin olması gereken gibi olmadığını farkettim. Öğrenci kartı alabilmek için yapılması gereken işlemler şöyleydi:

– x bankasına duyuruda belirtilen kadar para yatır.
– Kart dağıtım noktasındaki y bankası görevlisinin verdiği 2 adet uzun banka sözleşmesinde (Evet, bildiğimiz 20 küsur sayfa uzunluğunda, sizin çeşitli zor durumlarda kalmanız halinde bankanın sorumlu olmadığına dair olan banka sözleşmesi.) gösterilen yerlere imza at.
– y bankasına ait 2 adet zarfın içindeki kartları imza karşılığı teslim al. Bu kartlardan bir tanesi ön yüzünde öğrenci bilgilerinin olduğu banka hesap kartı. Diğeri ise kredi kartı. Kredi kartını istemiyor olmanız durumunda zarfın üzerine “istemiyorum” yazıp imzalıyor ve görevliye geri teslim ediyorsunuz.

Bu işleyişi gördükten sonra doğal olarak kafamda sorular oluştu. Soruların cevabını orada bulunan banka görevlisi arkadaştan öğrendim. Ege Üniversitesi’ndeki “tüm öğrenciler” için, herhangi bir başvuru alınmaksızın y bankasında hesap açılmıştı, ön yüzünde öğrenci bilgileri olan banka kartları ve ek olarak da kredi kartları basılmıştı. Dikkatinizi çekerim, bu işlemlerin hepsi üniversitedeki “BÜTÜN” öğrenciler için, kendilerine sorulmadan yapılmıştı. Yani benim ve diğer tüm öğrencilerin fotoğrafları dahil, gerekli tüm bilgileri üniversite veritabanından banka veritabanına aktarılmıştı. Öğrenci kartınızı almak istiyorsanız, herşeyin yasallaşması için o upuzun banka sözleşmesini imzalamanız gerekiyordu. Doğruluğunu bilemiyorum ama konuştuğum bazı öğrenciler istemedikleri halde kredi kartını da almak zorunda bırakıldıklarını söylediler. Şimdi yukarıda yazdığım maddelerin birincisine bakın. Üniversite y bankasıyla anlaşmış ve açılacak banka hesaplarıyla basılacak kredi kartları karşılığı, öğrenci kartlarını y bankasına bastırmış. Peki o zaman neden x bankasına para yatırılması gerekiyor? Herşeyden öte, bir üniversite kişilere sormadan nasıl kişisel bilgileri bir bankaya aktarabiliyor? Ben bu soruların cevabını hala bulamadım. Binlerce öğrenci için basılan 2 adet kartın (Toplam kart sayısı, öğrenci sayısının 2 katı eder.) üretimini ve alınmayanların çöpe atıldığını düşünürsek sanırım işin bir de çevresel maliyeti var.

Bu olay üniversite yönetimi tarafından basına sadece olumlu yönleriyle yansıtıldı: “Öğrencilerimize uygun şartlarda banka hesabı ve kampüs içindeki işlemlerde kolaylık için elektronik kartlar sağlıyoruz.” Ne güzel!

“Otomatik kampüs” için Ege Üniversitesi’nde atılan bir başka adım da giriş-çıkış kapılarının düzenlenmesi. Araçlara yapıştırılan etiketlerin içindeki elektronik kontrol mekanizması sayesinde artık bazı kapılar otomatik açılacak. Bu etiketlerden öğrenciler ne şekilde yararlanacak bilmiyorum ancak bir süre önce personele yapılan bir duyuruda, personele bu etiketlerin ücretsiz verileceği söylendi ve herkesin araç ruhsat fotokopilerini yönetime iletmesi istendi. Yine herşey olağan görünüyor değil mi? Ancak öyle olmadığını bu duyurudan yaklaşık 1 ay sonra gelen açıklamayla öğrendim. Araç pulu/etiketi alabilmek için gerekli olan şartlar şöyle:

– Araç kişinin kendi üzerine olmalı.
– Araç kişinin kendisine değil eşine aitse, evlilik cüzdanı fotokopisi ile bu kanıtlanmalı.
– Araç kişinin anne ya da babasına aitse, nüfus cüzdanı fotokopileri ile bu kanıtlanmalı + belirtilen miktarda para üniversite banka hesabına yatırılmalı.

Eğer yukarıda sayılanların dışında birisine ait araç kullanıyorsanız ya da bir kişinin üzerine kayıtlı iki araca birden etiket almak istiyorsanız, üzgünüz ama kampüse giremezsiniz. Bugün o kapılardan birisinden geçmeye çalıştığımda güvenlik görevlisinin uyarısı aynen şöyleydi: “Siz hangi bölümdensiniz? Etiket almadınız mı hala? Bakın bu son kapı açılışı. Bir daha etiket olmadan buradan geçemezsiniz!”. Büyük ihtimalle orada bir görevli olmayacak bir dahaki sefere.

Tahminen bu etiketlerden almak isteyen öğrencilerden de belirli bir miktar ücret talep ediliyor. Aslında buradaki sorun ücret talep edilmesi değil. Bana göre buradaki en büyük sorun, ücretsiz etiket dağıtımı yapılacağı duyurulan personel arasında ayrım yapılması ve aracı kendi üzerine olmayanlara türlü zorluklar çıkarılması. Ya herkesten ufak da olsa bir ücret talep edilmeli ya da herkese ücretsiz olmalı. Herkes aynı işlemlere tabi tutulmalı. Bir üniversitede kaç tane kişinin çalıştığı biliniyor olmalı. Her bölüme çalışan sayısı kadar etiket dağıtılabilir, sayıdan emin değillerse araç kullananların sayısı istenebilir, güvenlik için ruhsat fotokopileri saklanabilir ya da başka önlemler alınabilir ama böyle bir ayrım yapılamaz. Önemli olan, kimin aracını kullandığımdan öte, aracın içindekinin ben olup olmadığımdır sonuçta.

Bilindiği üzere Türkiye’nin en eski ve en büyük üniversitelerinden birisi bu söz ettiğim. Ama aslında hiç önemi yok hangisinin olduğunun. Üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken, bir üniversitenin gerçekten bu gibi hareketlere muhtaç olup olmadığıdır. Eğer muhtaçsa bu hale gelmesinin sebebi üzerinde düşünülmeli ve çözümler aranmalıdır. Eğer muhtaç değilse o zaman bütün bunların nedeni sorgulanmalıdır ki bana göre bu durumda olanlar çok daha vahimdir.

Elektrik Kablosundan Veri Hırsızlığı

Kötü niyetli kişiler tarafından bir şekilde bilgisayara yüklenen çeşitli programlarla yapılan hırsızlıklar hakkında hemen herkesin bir fikri vardır herhalde. Bu yazılımlar aracılığı ile bilgisayarınızdaki birçok şeye ulaşabilmenin yanı sıra, klavyeden girdiğiniz karakterleri bile görebilmek mümkün. İnternet bankacılığında da bu yöntemle şifre çalınmasını engellemek için sanal klavyeler vs kullanılıyor. Ayrıca virüs yazılımları gibi güvenlik önlemleriyle de bunu engelleyebilirsunuz. Ancak işler biraz değişiyor sanırım. Yeni yapılan bir çalışmaya göre elektrik hattını kullanarak klavyeden girilen verilere ulaşılabiliyor. PS/2 bağlantı türünü kullanan klavyeler için test edilmiş olan bu yeni hırsızlık yönteminde, elektrik hattındaki voltaj değişikliklerini izlemek için bir osiloskop yeterli. Bu yöntemin araştırılan kadarıyla PS/2 bağlantı türüne sahip klavyelerde işe yarıyor olması ise içimizi biraz rahatlatabilir sanırım 🙂

Detaylı bilgi için: BBC

Web Page & Blog