Uluslararası İzmir Festivali’nin 26.sı düzenlenecekmiş bu sene. Hem de 4 Haziran’da başlıyormuş. (Nasıl daha önce haberim olmamış, hayret.) Bugün radyoda tesadüfen duyup sevindiğim festival bu sene gerçekten çok zengin. En çok sevindiğim etkinliklerden birisi de yıllar önce İstanbul’da dinleyip tadına doyamadığım Alexander Markov’un “Rock Konçerto”su. Umarım gitme şansım olur . 🙂
Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde ve Rize’nin Çayeli ilçesinde Linux ve özgür yazılım anlatmak için yollardaydık bu kez. Kelkit’te meslek yüksekokulu öğrencilerine, Rize’de ise meslek lisesi öğrencilerine hitap ettik. Eee oralara kadar gitmişiz, Çayeli dediğin Kaçkar Dağları’nın dibi, nasıl durulur ki bir yaylaya çıkmadan?
Perşembe ve Cuma günleri seminerler vardı, ardından haftasonunu fırsat bilerek Ayder Yaylası’na çıktık. Aslında Ayder Yaylası’na yıllar önce gitmiştim. Fazla betonlaşmış, şehirleşmiş, kalabalıklaşmış bulup keyif alamamıştım. Ancak mevsim itibariyle ulaşılabilecek yayla sayısı fazla değil, özellikle de toplu taşıma araçlarıyla gidecekseniz. Neyse ki sezon açılmadığı için yaylada fazla kalabalık yoktu. Tabii ne yazık ki tesisleri, binaları taşıyamıyorsunuz. Çoğu kapalı olmasına rağmen şehir havasından kurtulamıyorsunuz.
Yaylaya çıkma amacımız gezip görmek kadar, dağ tepe bayır yürümekti aynı zamanda. Yanımızda botlar, tozluklar, yağmurluklarla zorlu Karadeniz koşullarına hazırlıklıydık. Bundan önce Karadeniz’e her gidişimde mutlaka yağmura yakalanmıştım. O kadar çok yağış alan bir bölgeyi, hem de bu mevsimde yağmursuz düşünemiyordum. Ancak 11 Nisan’da Erzincan’da başlayıp 15 Nisan’da Trabzon’da biten etkinliğin sadece ilk günü, yani 11 Nisan’da Erzincan’da yağmur vardı. Ayder Yaylası’nda hava günlük güneşlikti. Yürüyüş sırasında yandık epey. Hem çok sıcaktı hem de güneş fena yakıyordu. Yağmura ve kara karşı hazırlıklıydık ama güneş hiç aklımıza gelmemişti. Suratımdaki tüm güneş yanıklarına rağmen yine de çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Hem tüm manzaranın tadını çıkarabildik hem de hiç ıslanmadık. Her yerden gürül gürül akan sular eşliğinde, sonradan Kavrun Yaylası’na doğru çıktığını öğrendiğimiz karlı yolda 5-6 kilometrelik keyifli bir yürüyüş yaptık.
Yürüyüş boyunca hayıflandığımız birkaç şey oldu. İlki alınan kilolar ve kondisyon eksikliği. Benim için aylardır hareketsiz oturmanın cezası. İkincisi kafa lambası almamış olmamız. Hava kararmadan dönmek zorunda oluşumuz, sürekli saati kontrol etmekle ve geri dönüş yolunu hesaplamakla uğraştırdı bizi. Bir diğeri yanımıza GPS almamış olmamızdı. Tam olarak kaç kilometre yürüdük daha kolay hesaplayabilirdik. Son olarak güneşi hesaba katmamış olmamız var. Belki çok nadir bir hava durumuna denk geldik ama şapka ve güneş kremi bu mevsimde bile gerekli olabiliyormuş Karadeniz’de. Bir de yolun neredeyse üçte birini Ayder Yaylası’ndan çıkmak için tırmanarak geçirdik. Tüm tesislerin bittiği yere kadar bir araçla gelinse çok çok daha keyifli bir yürüyüş yapılabilirdi ancak bizim durumumuzda bu geçerli değildi tabii.
Geri dönüşle birlikte toplam 10-12 kilometrelik bir yürüyüşün ardından muhlama yemek lazımdı. 🙂 Yanında gelen mısır ekmeği de ayrıca harikaydı. Genel olarak yemeklerden memnun kalınca (köfte de hiç fena değildi doğrusu) ertesi gün sabah kahvaltısını da aynı yerde yapmaya karar verdik.
Ertesi gün sıcak ama hafif bulutlu bir hava vardı Ayder’de. Söylentilere göre yağmur yağacakmış sonraki gün. E tabii biz gidiyorduk, yağsın artık. 🙂 Ayder dönüşü Pazar ilçesi üzerinden Çayeli’ne gidecektik. Pazar’dan Çayeli minibüsüne binmeden önce bir peynirci dükkanını satın almaktan son anda vazgeçtik ve sadece kocaman birer torba peynirle yetinmeye karar verdik. 🙂
İki güzel seminerin ardından yaylaya çıkmak gerçekten keyifli oldu. Çayeli’ndeki seminerde lise öğrencilerine hitap ederken daha hareketli, görseli bol sunumlar yapmamız gerektiğini öğrendik. Öyle olsa daha iyi olabilirdi ama yine de hem bir kısım öğrencinin hem de öğretmenlerin ilgisi gayet iyiydi.
Kelkit seminerinde karşımızda zaten hitap etmeye alışık olduğumuz bir kitle olduğundan, daha güzel ve sorunsuz geçti seminer. Seminere olan ilgiden oldukça memnun kaldık.
Kelkit semineri.
Kelkit’te her yerde kuşburnu yetiştiğini öğrenmem, oraların ünlü kuşburnu içeceği (fındıkla ve soğuk olarak denedik), Kelkit’ten Rize’ye giderken geçtiğimiz Gümüşhane’nin merkezi ve ünlü Zigana Geçidi aklımda kalan diğer şeyler oldu. Ve seminerlerin ardından Çayeli’nden öteye yaptığımız bu küçük gezi, uzun zamandır hayalimde olan, sırtımda çadır o yayladan bu yaylaya, konaklaya konaklaya daha uzun bir yürüyüş isteğini körükledi.
28 Mart’ta Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde Belge Özgürlüğü Gününü (Document Freedom Day) kutladık. İki tane pastamız ve broşürlerimiz vardı. Gün boyu broşürlerden dağıttık ve öğlen de tahmin ettiğimizden daha kalabalık bir toplulukla pasta kestik. 🙂
documentfreedom.org sitesinde tüm dünyada yapılan Belge Özgürlüğü Günü etkinliklerine yer veriliyor. Biz de küçük kutlamamızla Türkiye’den katılan ilk ve tek topluluk olmuş olduk. Devamının daha zenginleşerek gelmesi dileğiyle…
28 Mart tüm dünyada “Belge Özgürlüğü Günü” (Document Freedom Day) olarak kutlanıyor. Bu günde açık standartlarla ilgili toplantılar, seminerler, LibreOffice kurulumu, hatta pasta kesmek gibi etkinlikler düzenleniyor. Amaç tabii ki açık standartlara dair bir farkındalık yaratmak.
Şu bağlantılarda açık standartlarla ilgili İngilizce olarak daha fazla bilgi bulunabilir:
E.Ü. Bilmuh GNU/Linux Çalışma Grubu’nun ilk etkinliği Linux kurulum ve sunum günü oldu. 28 Şubat’ta bölümdeki bilgisayar laboratuvarlarından birisinde düzenlediğimiz etkinlikte önce kısa bir “Linux Nedir?” sunumu yaptık. Ardından bir bilgisayara Ubuntu kurarak kurulum nasıl yapılır sorusunu cevaplamaya çalıştık. Son olarak da kurduğumuz işletim sisteminin masaüstünü ve bir KDE masaüstünü gösterdik. Böylece etkinliğin sunum kısmını bitirip kurulum kısmına başladık. Bundan sonraki uzun saatler çeşitli dağıtımları farklı bilgisayarlara kurmakla geçti. Birçok bilgisayarı özgürleştirdik! 🙂 Özgür kalmaları dileğiyle…
Laboratuvar, tarihinin en kalabalık etkinliğini görmüş olabilir mi?
Ancak asıl güzel olan ve bu etkinliğin gerçekleşmesinde emeği geçen herkesi çok şaşırtan şey etkinliğe olan talepti. Bölümün en büyük bilgisayar laboratuvarı ağzına kadar doldu, taştı. Hatta bölüm dışından gelenler oldu ki buna da çok sevindik. Sonradan öğrendik ki astronomi bölümünden bir hoca öğrencilerden Fedora kurmalarını istemiş. Nasılsa bizim etkinliği duyup gelmişler.
Kurulum geç saatlere kadar devam etti.
Etkinlikten sonra, gelmek isteyip zaman uymadığı için gelemeyen kişiler etkinliğin tekrarını istediler. Geçtiğimiz hafta etkinliği tekrar ettik biz de. Ancak bu sefer hem yeterince duyuramadık, hem de “aaa biz de gelecektik, bir daha yapın” diyen kişilerin ne kadar gerçekçi olduklarını görmüş olduk. Katılım epey azdı ama yine de etkinliği aynı şekilde tekrar ettik.
Çalışma grubunda her hafta bir etkinlik yapma konusunda epey kararlıyız şimdilik. Bir Linux oyun etkinliği yaptık örneğin. Armagetron, Hedgewars ve OpenArena oynadık. Arada oyun oynamak da lazım 🙂
Yeni planlar, projeler yolda. Gelişmeleri yazmaya devam edeceğim.
Bölümde Linux ile ilgilenen birkaç öğrenci arkadaşla tesadüfen kesişen yollarımız bir “GNU/Linux ve Özgür Yazılım Çalışma Grubu” ile son buldu. Beni oldukça heyecanlandıran ve sevindiren bu gelişmeler, bölümde hem hocalardan hem de öğrenci arkadaşlardan aldığımız olumlu tepkilerle yerini biraz da hayrete bıraktı. Açıkçası bu kadar yoğun ilgi beklemiyordum.
Bölümdeki öğrenci topluluğuna rakip ya da yanında bir ikinci topluluk oluşturmaktansa bir çalışma grubu olarak kalmayı, bürokrasiye hiç girmemeyi tercih ettik. İlk etkinlik olarak bir tanışma toplantısı düzenledik ve ilgilenen herkesi davet ettik. Nasıl ve ne için bir araya geldiğimizi, neler yapmak istediğimizi anlattık.
Tanışma toplantısı. Toplantı sonrasında kokteylimiz bile vardı. 🙂
Her sene bölümden bilgisayar mühendisi olarak mezun olan yüzlerce insanın Linux ve özgür yazılım hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeden mesleğe başlaması çok büyük bir eksiklk. Ne yazık ki derslerde bu konuda pek birşey yapılmıyor, yakın zamanda bir değişiklik olması da pek mümkün görünmüyor. Biz de temellerini attığımız bu çalışma grubunda bu eksiği biraz olsun gidermeyi hedefledik.
Güzel bir başlangıç oldu. Bundan sonraki etkinlikler, yapılacaklar gruptaki kişilerin çabasına bağlı olacak. Umarım daha da iyileşerek devam eder.
Her sene Şubat ayında Türkiye’nin bir başka köşesinde düzenlenen Akademik Bilişim Konferans’ı bu sene Uşak Üniversitesi’ndeydi.
Akademik Bilişim, birçok farklı alandaki bilimsel içeriğin yanı sıra Anadolu’nun farklı illerini ziyaret etme fırsatı da sunduğundan oldukça popüler bir konferans. Katılım oldukça fazla oluyor, sponsorların standları ise tam bir fuar havası katıyor ortama. Bu açılardan bakıldığında sosyal yönü de güçlü olan bir konferans.
Bu yıl üç gün sürecek konferans öncesi Android Programlama, Python, PostgreSQL, LibreOffice, Linux Sistem Yönetimi ve Özgür Yazılımlarla Saldırı Yöntemleri konularında ücretsiz kurslar düzenlendi. Özellikle Android programlama kursuna olan ilgi çok fazlaydı. Ben de uzun zamandır merak ettiğim Python programlama diline bir giriş yapmış oldum. Kurslar dört gün sürdü. Sabah 9:30’dan akşam 18:00’e kadar epey de yoğun geçtiğini söyleyebilirim. Akşamları ise arkadaşlarla sohbetin, muhabbetin tadına doyum olmadı. Saatlerin nasıl geçtiği farkedilmediğinden bu süreçte çok yorgun düştüğümü belirtmeliyim. 🙂 Kurslar sırasındaki bir diğer güzel ve ilginç olay da yazın Düzce’de Linux Sistem Yönetimi Yaz Kampı’nda askere uğurladığımız Erdem arkadaşımızı Uşak’taki bu kurslar sırasında askerden teslim almamız oldu. Kendisi askerden direkt etkinliğe geldi.
LKD ekibiyle Ezogelin’de bir akşam yemeği.
Kursların bitiminden hemen sonraki gün konferans başladı. İlk gün dolup taşan etkinlik alanı ikinci ve üçüncü günler gittikçe tenhalaştı. Hepsi aynı dinleyici yoğunluğuna sahip olmasa da tam yedi salonda paralel oturumlar gerçekleşti. Her sene olduğu gibi bu sene de salonlardan bir tanesi LKDseminerlerine ayrıldı.
Uşak Üniversitesi’nin resmi kuruluş tarihi 2006. Kampüsün ne zaman inşa edilmeye başladığını bilmiyorum ama inşaat hala yoğun bir şekilde devam ediyor. Kampüste dört bir yanda inşaat var. Dolayısıyla çere düzenlemesi de yapılmamış, bazı yollar toprak. Toprak yollar özellikle yağışlı havada pek hoş olmuyor. Etkinlik en çok eleştiriyi bu açıdan aldı gördüğüm kadarıyla. Diğer yandan yerel organizasyon çok iyi iş çıkardı. Öğrencilerden ve personelden çok fazla kişi emek verdi etkinliğe.
Uşak Üniversitesi Kampüsü henüz inşaat halinde.
Her sene Akademik Bilişim’e gittiğimde mutlaka yaptığım çevre gezilerinden eser yoktu bu sene. Uşak merkeze (üniversite merkezden 10 km kadar uzakta) iki akşam sadece yemek yemek için indik. Tabii bunda etkinliğin yoğun temposu kadar hava şartlarının da etkisi vardı. Örneğin, hava güzel olsa yemekten sonra biraz yürünebilirdi. Oldukça soğuk bir kışın en soğuk günlerine denk geldik. Öyle ki kurslar başlamadan önce kardan yollar kapandı ve Ankara ekibi bir gün gecikmeli gelebildi etkinliğe.
Ve bir Akademik Bilişim daha sona erdi. Hem de benim için daha önce hiç olmadığı kadar yoğun geçerek.
“Du Levande” (2007), İngilizce adıyla “You, the Living” İsveçli yönetmen Roy Andersson’un bir filmi. Film Goethe’nin “You, the living” diye başlayan bir cümlesiyle açılıyor.
Roy Andersson’u E.Ü.T.F. Sinema Topluluğu’nun gösterimlerinde “İkinci Kattan Şarkılar” (Sånger från andra våningen) adlı filmle tanımıştım. O güne dek izlediğim en değişik filmlerden birisiydi. Herşey o kadar sembolikti ki sanırım filmi tam olarak anlayabilmek için birçok başka konuya hakim olmak gerekiyordu. Dolayısıyla ben de filmden çok çok az şey anlayarak, hatta belki de hiçbir şey anlamayarak çıktım. Ama Roy Andersson tekniği ile beni çok etkilemişti. Anlamlarını bilmesem de film boyunca detayları yakalamaya çalışmaktan kesinlikle çok keyif almıştım. Aslında birbirinden bağımsız olan ama yönetmenin bir üçleme olarak düşündüğü serinin ilk filmiydi İkinci Kattan Şarkılar. İkinci film Du Levande. Üçüncüsü ise henüz çekilmemiş.
Tıpkı İkinci Kattan Şarkılar’da olduğu gibi Du Levande’de de film belirli sayıda sahneden oluşuyor. Her sahne sabit olarak yerleştirilmiş kameranın önünde bir tiyatro misali akıp gidiyor. Genellikle geniş mekanlar, minimalist tasarımlar dikkatimi çekti benim. Sonradan okuduğuma göre her bir sahne baştan sona bir tiyatro şeklinde oynandığı için en az 30-40 tekrarda çekiliyormuş. Ayrıca yönetmen çekim için uygun mekanlar aramaktan ve düzenlemektense mekanları kendisi yaratmayı seçtiği için Du Levande’nin tek bir sahnesi hariç bütün sahneleri stüdyoda çekilmiş. Filmi izledikten sonra bunun ne demek olduğu daha iyi anlaşılıyor. Filmde kesinlikle hiçbir bilgisayar efekti kullanılmamış. Bunun için gerektiğinde ufak maketlerle çalışmışlar. Ve bir de filmde gereğinden fazla diyalog, müzik, gürültü yok. Sanırım en çok hoşuma giden şeylerden birisi bu oldu.
Roy Andersson’un filmlerine bakarsanız zaten çok fazla olmayan uzun metrajlı filmlerinin epey yıl arayla çekildiğini göreceksiniz. Yönetmenin tarzı hakkında yukarıda bahsettiklerimden sonra bunun sebebi oldukça iyi anlaşılıyor sanırım. Filmler o kadar fazla bütçeyle ve emekle ortaya çıkıyor ki Roy Andersson masrafları karşılamak için reklam filmleri çekiyor, sponsorlar arıyormuş.
Sanırım biraz da filmin konusundan söz etsem iyi olacak. Film özetle insan olmak hakkında. İnsanların sevmeye ve sevilmeye olan ihtiyaçlarını, üzüntülerini, kaygılarını ve bencilliklerini anlatıyor. Evet, çok klişe değil mi? Ama hep söylerim, bir filmin/kitabın konusu değil nasıl anlatıldığı, yemeğin neyden değil nasıl yapıldığı önemlidir bence. O yüzden bir filmin sonunu duymaktan korkmam. Sonunu bilmeme rağmen keyif alabildiğim filmdir iyi olan. 🙂
Temmuz ayında DASK Anadolu Dağ Maratonu için yolumuz Bolu’ya düştüğünde, tesadüf bu ya, Bolu’nun pazarına denk gelmiştik. Orada bir köylü teyzenin sattığı çeşit çeşit kuru fasülyeden dört tanesini denemek üzere almıştık. Ben henüz sadece birisini deneyebildim. Alırken hepsinin adını öğrenmek istemiştim aslında ama teyzenin de bu konuda fazla bilgisi yoktu. Birisinin adının “Sarıkız” olduğunu, bir başkasına ise “Beşiktaşlı” dediklerini söylemişti.
Eve döndükten sonra ara ara aklıma geldi, merak ettim bu fasülyeler neydi? Anavatanları neresiydi? Hayatımda ilk kez gördüğüm türlerdi. İnternette yaptığım araştırmalar sonucu Türkçe sitelerde fazla birşey bulamadım. Sadece Sarıkız tohumları satan sitelere rastladım. Demek bu fasülyenin adı halk arasında Sarıkız’dı gerçekten. Diğerlerini ise sonunda İngilizce olarak aramaya başladım. Tam olarak ne diye arayacağımı bilmesem de bir şekilde iki tanesinin adına ulaştım. Yeterli olmasa da Türkçe kaynak olsun diye burada paylaşmak istedim.
“Calypso”, “Yin Yang” ya da “Orca” olarak bilinen, pazardaki teyzenin “Beşiktaş’lı” diyerek yerelleştirdiği fasülye. Bu fasülyenin bir tarifi için buraya bakabilirsiniz.
Araştırdıklarım arasında en çok “Butterscotch Calypso”ya benzeyen fasülye. Benzeyen diyorum çünkü gördüğüm “Butterscotch Calypso” fotoğraflarında kahverengi bölümlerdeki koyu çizgiler yoktu.
Buraya fotoğrafını koymadan önce pişirdiğim türün bir ton açık renklisi. “Sarıkız” dedikleri buydu yanlış hatırlamıyorsam. Dediğim gibi bir de bunun biraz daha koyu renk olanı vardı. Adını henüz bulamadım.
Son dönemde fazlaca doğada bulununca insanda geçtiği yerleri kayıt altına almak ya da daha fazla yeri keşfetmek, keşfettiklerini paylaşmak gibi istekler doğuyor. Bunun için teknolojinin nimetlerinden faydalanmak lazım, bir GPS lazım 🙂
Piyasada o kadar çok çeşit ve farklı fiyatlarda GPS’ler var ki eğer konuya uzaksanız kafanızın karışmaması mümkün değil. Ben de “bir bilene sormalı” diyerek üye olduğum e-posta gruplarından birisine başvurdum. Tüm cevap veren, ilgilenenlere teşekkürlerimi sunarak, elde ettiğim sonuçları burada paylaşmak istiyorum.
Gelen cevaplara göre GPS alırken dikkat edilmesi gereken belli noktalar şunlar:
– Farklı amaçlara hizmet eden GPS türleri olduğundan GPS’in kullanım amacı belirlenmeli (Günübirlik kısa yürüyüşler mi? Tekne seyahatleri mi? Araç içi kullanım mı?)
Teknik özellikler açısından ise:
– Nokta kayıt sayısı,
– Uydu yakalama gücü,
– Harf/karakter yazma sayısı fazlalığı,
– Fiziksel boyutları/ağırlığı,
– Renkli ekran olması,
– Elektronik pusula, (Tavsiye edilir ama çok önemli değil. Uydu bağımlı pusula da iş görür.)
– SD kart desteği,
– Harita yükleme özelliklerine dikkat edilmeli.
En çok önerilen markalar ise Garmin ve Magellan.
Yine en çok önerilen modeller (önerilme çokluğuna göre) ise şöyle:
– Garmin MAP60 CSX
– Garmin GPSMAP 62S
– Garmin GPSMAP 62
– Magellan Triton 400
– Garmin CX 60
Elbette gün geçtikçe çıkan yeni modeller, gelişen teknoloji bir süre sonra bu yazının geçerliliğini yitirmesine sebep olacaktır. Ama bir süreliğine işe yarayacağını umuyorum.